Mustafa Kutlu’nun Huzursuz Bacak’ı
Eylül ayının hüznüne ve sonu andıran sararmışlığına inat, Mustafa Kutlu eserlerinin hepsini bu ayda yayınlamıştır, ta ki, 2008 yılının ağustos ayında Huzursuz Bacak’ı yayımlayana kadar. Huzursuz Bacak, muhafazakâr geleneğin eleştirisi ile başlar ve bireyden hareketle bir devrin Türkiyesi’ni sosyolojik olarak inceler; genel olarak devlet-vatandaş sistemini sorgular ve ilerleyen zamana ayak uydurayım derken menfaatleri uğruna modernizmin esiri hâline gelen insanımızın siyah beyaz fotoğrafını çeker.
Huzursuz Bacak’ın kahramanı Ömer Faruk, üniversite yıllarında memleket meseleleri üzerinde çatışma yanlısı değil, uzlaşımcı bir tavır sergilemesine rağmen babasından her seferinde ihtar almış; bu yüzden de yüksek tahsili için yurtdışına gönderilmiştir. Huzursuz bacağın tıklamaya başlaması, işte bu yurtdışından ülkeye dönüş ile başlar. Memleketi, ailesi ve de arkadaşları bıraktığı gibi değildir. Kendisinin özlem duyduğu her ne varsa, artık çoktan vazgeçilmiştir burada. Mazi ile şimdiki zaman arasında uçurumlar vardır. Ülkede maddi kıymetlerin beraberinde manevi kıymetlerin de değişmesi, Ömer Faruk’u bir arayışa iter. Kutlu’nun diğer hikâyelerinden farklı olarak şehir hayatının, meselelerinin göbeğinde başlayan bu hikâye; babadan kalma bir çiftlikte, toprağın şifalı ellerinde nihayet bulur. Huzursuz bacağın tıklaması, toprağa basınca kesilir.
Mustafa Kutlu, Huzursuz Bacak hikâyesine ‘‘Siz bu hikâyeyi önceden okumuştunuz.’’ diyerek başlar. Nitekim, öyledir. 1990 yılında yayımladığı Sır kitabında yer alan Satılık Huzur adlı hikâyesinin bir, bir buçuk sayfasını aynen almıştır. Sır’dan haberdar olanlar, bunun farkına varır; fakat haberdar olamayanlar da hikâyeden kopmazlar. Bir diğer metinlerarası gönderme, yine Kutlu’ya ait olan İp adlı hikâyedir. Kendisini yine kendisiyle hem sorgular hem de destekler. Ömer Faruk’un gözünden Mustafa Kutlu eleştirildiği için alınan da darılan da böylelikle yine yazarın ta kendisi olur. Okur da yazarın hem içeriden hem de dışarıdan biri olduğunu, yeri geldiğinde çuvaldızı kendisine batırabileceğini anlayabilir. Bu üslûp, sırça kuleden inip, yazara okurun yanı başına oturma imkânı sağlamıştır. Yazar, kendi metinleri arasında alışveriş yapmanın dışında başka yazarlar ile de ilişki kurmuş, onların cümleleriyle de metinlerini kuvvetlendirmeye çalışmıştır. Yahya Kemal’in ‘‘Türk İstanbul’’ yazısından; Tanpınar’ın divan şiiri üzerine düşüncelerinden; Harputlu Hacı Hayri Bey’den alıntılar yapmıştır.
Adı geçmemesine rağmen fikriyatı ile varlığını hissettiren ve Kutlu’nun kıymet verdiği Nurettin Topçu Hoca da hikâyede yerini alır. ‘Marka ve İmza’ mevzusunun geçtiği bölümde Topçu’nun var olmak ile ilgili fikirlerinin Kutlu’daki temayülleri gözden kaçmamaktadır.
Kutlu’nun hemen her hikâyesinde tercih ettiği bu metinlerarasılık ilkesi, hikâyelerin fonksiyonel ve ayırt edici olmasını sağlamıştır. Okuru bir başka kitaba yöneltmiş; bir başka yazarın tanınmasına vesile olmuştur.
Huzursuz bacağın titremesine neden olan birden fazla memleket meselesi, birden fazla değişen memleket insanı, birden fazla gelenekten uzaklaşan fikir ve bu fikriyata açılmış birden fazla mücadele mevcuttur hikâyede. Bu fikirlerin her biri ayrı başlık altında hikâyenin bütününe zarar vermeden aktarılmıştır. Bir başlık bir düşünce ve bir düşünce de bir insanı doğurmuştur hikâyede. İnsanların her biri o düşüncenin tipidir. Tip diyorum; çünkü onlar, okura aktarılmak istenen düşünceyi yansıtmış; çoklardan ayrılmış ya da enderler zümresinde olmayı başarabilmişlerdir. Bu, oldukça yerinde bir seçimdir. Böylelikle düşünce, sahibi ile bütünleşmiş; akılda kalıcılık sağlanmıştır.
Kapitalizm çığlığının yükseldiği kimi satırlarda ünlü tekstil isimleri zikredilmiştir. Yazar burada ya okuruna bir mesaj veriyor ya da marka ve pahalı giyim-kuşam takıntılı kimselere çatıyor. Fakat bu isimleri okura bir kez daha hatırlatmış, bilmeyenlere bildirmiş olmuyor mu? Kesretten çıkıp vahdetin ayrıcılığına ererek var olabilmeyi başarmak yegâne amaç değil miydi? Demek ki, yazar her türlü riski göze almış; okurunun nasıl anlayacağı hususunda zerre tereddüde düşmemiştir.
‘‘Edebiyat ne işe yarar?’’ başlıklı bölümde Ömer Faruk, memlekette Türkçe ismi olan dükkân yok diyerek hayıflanır. Haklı! Peki birkaç satır sonrasında dilimize İngilizceden gelmiş olan ‘cafe’ kelimesini olduğu gibi yazan, haklı mıdır? Bazı satılarda İngilizce kökenli ‘film’ kelimesi ‘filim’ olarak yazılırken bu ‘cafe’ de neden hiç olmazsa ‘kafe’ olarak yazılmadı ya da bu kelimeyi karşılayan Türkçe bir kelime bulunulamadı mı? Türkçe bir karşılık bulunamadı demek de aslında yazar için bir bahanedir. Nitekim, yazar kelime işçisidir. Edebiyat, işte bu işe yarar.
Huzursuz Bacak, okunmaya; fikredilmeye değer bir eserdir. Çünkü bu hikâyede Türk toplumunun, bireyinin, memleket meselelerinin analizi vardır. Hikâyenin yayın tarihiyle şu anki tarih arasında dört sene olmasına rağmen maalesef sorunlarda bir çözümlenme görülmemiştir. Bu yüzden hiç yabancılık çekilmeyecektir. Aksine Kutlu’nun bu duyarlı dertlenmesine ortak olunacak; memleketteki düzen, hukuk, özgüven ve hareket eksikliği üzerinde kafa patlatılacak; dertsiz başlara çok hayırlı dertler sarılacak; bacaklar, bu huzursuzlukla titremeye başlayacaktır.
@originalworks
To call @OriginalWorks, simply reply to any post with @originalworks or !originalworks in your message!